20 Nisan 2020 Pazartesi

Bi' Kitap | Atatürk'ün İslama Hizmetleri | Turhan Bozkurt

Bir alışverişimde, kargoyu ücretsiz hale getirmek için sahafın diğer kitaplarına göz atarken rastlamıştım. Kendi kendime, uzun zamandır merak ettiğim bir konuydu neden hiç bu konuda okumadım diye sordum ve hemen aldım bu kitabı. Çokça kitap sipariş ettiğim için ve araya sunum ödevleri vs girdiği için bir kenara ayırmışım ve okumayı unutmuşum. Karantina dönemi gelince kitaplarımı incelerken elime geçti. Merakla okumaya başladım tabii. Öncelikle kitap hakkında genel yorumlarımı yazmak istiyorum. Kitap, bu konuda yazılmış diğer kitaplardan alıntılanmış anılar ve diyaloglardan oluşuyor. Sistematik bir biçimde yazılmamış. Olaylar tarihe dayalı değil. En başta anlatılan olaylar ortada ve sonda tekrar tekrar anlatılmış, bu da anlatım gücünü biraz zayıflatmış.

Kitap, Atatürk'ün Kuranı Kerim'i Türkçe'ye çevirmesinin sebebini açıklayarak başlamış. Belki de yazıldığı dönemde en çok tartışılan konu buydu bu sebeple sık sık tekrarlanmış bu konu kitapta.
"Atatürk, Kuran'ın milletçe iyi anlaşılmasını, Türkçeye çevirterek ve Türkçe tefsir ve Hadis kitapları yayınlatarak sağlamıştır. O, Kuranın anlaşılarak okunmasına ve okutulmasına son derece önem vermiştir. Bununla birlikte Kuranın özgün Arapça okunmasını da takdir ederek güzel sesle okunmasını özendirmiş ve Türk hafızlarını övmüştür."
Kuranı Kerim'in Türkçeye çevrilmesi konusunu hiç sorgulamadan doğru kabul ediyorum. Tamamen bilmediğim için burada sorgulamak istiyorum, hilafet ile yönetilen bir ülkede bunca zaman insanlar Kuranı Kerim'in ne dediğini bilmeden, anlamadan nasıl yaşamışlar? Elime Fransızca bir kitap tutuşturulursa evet okuyabilirim ama onun ne söylediğini hiç anlamayacağım, hiç uygulayamayacağım. Ben dinimi nasıl yaşam tarzı hale getirebilirim? Kuranı Kerim, duvarlara asılıp dokunulmaması gereken kutsal bir emanet değildir. Toplum olarak yaşamayı düzenleyen, kurallar koyan ve bu süreçte her bireye düşen sorumlulukları bildiren bir kitaptır. Okunması yeterli olmaz, anlaşılmaya ve uygulanmaya ihtiyacı vardır.
Tam da bu konuda düşüncelerini şöyle ifade ederek bir konuşmasında Atatürk ; "Türkler, dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kuran ve peygamberimizin sözleri Türkçeye çevrilmelidir. Türk, Kuranın arkasında koşuyor, fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden ibadet yapıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu Kitap'ta neler olduğunu anlasın." demiştir. Bu konuşmasının Osman Ergin'in Türk Maarif Tarihi kitabında yer aldığı belirtilmiştir.

Gazi Mustafa Kemal, tefsir istiyorum diye emredip önüne gelen ilk tefsiri yayınlatmış değildir. İstediği tefsiri 7 madde ile özetlemiş bu maddelerin hepsini ise Elmalılı Hamdi Yazır yerine getirmiştir. Bu 7 madde hazırlanan bu eserin ne kadar kıymetli olduğunu gözler önüne sermektedir.

  1. Ayetler arasında münasebetler gösterilecek. 
  2. Ayetlerin iniş sebepleri kaydedilecek. 
  3. On okuma tarzını geçmemek üzere kıraatler hakkında bilgi verilecek. 
  4. Gerektiği yerlerde ve terkiplerin dil izahları yapılacak. 
  5. İtikatta ehlisünnet ve amelde Hanefî mezhebine bağlı kalınmak üzere ayetlerin ihtiva ettiği dini şer'i, hukuki, içtimai ve ahlaki hükümler açıklanacak. Ayetlerin ima ve işarette bulunduğu ilmi ve felsefi konularla ilgili bilgiler verilecek. Özellikle Tevhid konusunu ihtiva eden ibret ve öğüt mahiyeti taşıyan ayetler genişçe izah edilecek. Konuyla doğrudan ya da dolaylı ilgisi bulunan İslam tarihi olayları anlatılacak. 
  6. Batılı müelliflerin yanlış yaptığı noktalarda okuyucunun dikkatini çekecek gerekli açıklama yapılacak.
  7. Eserin başına Kuran hakikatini açıklayan ve Kuran ile ilgili bazı önemli konuları izah eden bir mukaddime yazılacak. 
Gazi Mustafa Kemal, Kuranı Türkçe'ye tercüme ettirmek suretiyle, yüzyıllardır ihmal edilmiş olan bir Kuranı Kerim'in "Biz onu anlaşılsın diye indirdik." hükmünü de uygulamıştır. 9 ciltlik tefsir kitabı 10 bin adet basılmış, 2 bin adet Elmalılı Hamdi Yazır'a verilmiş, 8 bin de ücretsiz olarak halka dağıtılmıştır. Bugün bile bu tefsirin daha iyisi yapılamamıştır. Belki dili Türkçe değil, Arapça olsaydı tüm İslam alemi içinde en iyi olabileceği düşünülüyor. 

Ayrıca Kuranı Kerim'in Türkçeye çevrilmesi ilk olarak Prof. Kamil Miras tarafından ortaya atılmıştır. Sadece bir dönem mebusluk yaptıktan sonra hayatının geri kalanını dini ve ilmi çalışmalara yöneltmiştir. 

Atatürk'ün hilafet ile ilgili sözleri; "Peygamberimiz, tilmizlerine dünya milletlerine İslamiyeti kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin hükumeti başına geçmelerini emretmedi. Hilafet demek, idare, hükumet demektir. Hakikaten vazifesini yapmak, bütün Müslüman milletlerini idare etmek isteyen halife, buna nasıl muvaffak olur? İtiraf ederim ki, bu şerait dahilinde beni halife tayin etseler derhal istifamı verirdim. Fakat tarihe gelelim, hakikatleri tetkik edelim. Araplar Bağdat'ta bir hilafet tesis ettiler, fakat Kurtuba da bir hilafet daha vücuda getirdiler. Ne Acemler, ne Afganlılar, ne Afrika Müslümanları, İstanbul halifesini asla tanımadılar. Bütün İslam milletleri üzerinde ulvi ruhani vazifesini ifa eden yegane halife fikri, hakikatten değil, kitaplardan çıkmış bir fikirdir. Halife hiçbir zaman Roma'daki Papanın Katolikler üzerindeki kuvvet ve iktidarını gösterememiştir. 

Atatürk, Şeriye ve Evkaf vekaleti için bir kütüphane tesis ettirerek İstanbul'dan, Avrupa'dan ve Mısır'dan bir kısım kitaplar getirtti. Önemli birçok kitap da Avrupa ve Mısır'a sipariş edildi.

Ankara'da yüksek öğretim talebelerinin tertiplediği bir çayda Atatürk gençlere hitabeler söyletiyordu. Heyecanla konuşan bir genç sözü Atatürk'e getirerek: 
Atam dedi, sen bir Allahsın.Atatürk hiddetlenerek ayağa kalktı; 
Arkadaşlar, Allah mefhumu insan beyninin çok güç kavrayabileceği metafizik bir meseledir.


(Can Ataklı Nevzat Yalçıntaş'tan naklediyor)
Avrasya Televizyonunda Lale Şıvgın'ın sunduğu "Beyin Fırtınası" programına katılmıştım. Programın diğer konukları Nevzat Yalçıntaş ve Erol Manisalı idi. Nevzat Yalçıntaş program sırasında Atatürk'le ilgili küçük bir anekdota yer vererek, "Suudiler 1926 yılında sınırları içinde tüm mezarlıkları yıkıyorlardı. Atatürk sıranın Hz. Muhammed'in kabrine geldiğini öğrenince bir telgraf çekerek "Eğer bir tek taşına bile dokunursanız ordumu aşağı gönderirim" demişti. Bunun üzerine Suudiler Hz. Muhammed'in kabrine dokunamamıştı. Ama bu telgraf yol edildi." dedi.

Kitapta Hz. Muhammed ile ilgili görülen rüyalara da yer verilmiş. Bir defasında yakın arkadaşı ve destekçisi Sünusi rüyasında Hz. Muhammed'i görerek, rüyasında Efendimizinsağ elimi Ankara'da Mustafa'ya verdim dediğini anlatmış. Yine Atatürk bir defasında Fevzi Paşa ile aynı gece rüyalarında peygamberimizi gördükleri, ifade edilmiş kitapta.

Tabi bazı çelişkiler mevcut. Sayfa 184'de bir ressama kırlardaki çiçekleri göstererek aynısını yapabilir misin diye sormuş. Yapabilirim, cevabı üzerine ona sinirlenmiş. Kimse Allah'la boy ölçüşmeye kalkmasın demiş. Bu kısıma bir kaynak verilmemiş, Cemal Kutay'ın anlattığı belirtilmiş sadece.
Yine aka-bindeki sayfada manevi kızı Ülkü Hanım'ın bahsettiği iddia edilen konu da bir hayli ilginç. Vasfiye oruç tutuyor musun? diye sorduğu iddiası var. Atatürk bir başkasının inancına, inancını yaşama biçimine müdahale edecek çizgilerde bir insan değil diye düşünüyorum. Tabii kaynak varsa, neden olmasın. Belki samimiyete dayanarak bu tarz bir konuşma geçmiş olabilir aralarında.

Camiler hakkında, "Camiler, birbirimizin yüzüne bakmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için, neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmışlardır."  Bazı bloglarda çokça Atatürk'ün yaptırdığı camiler gibi yazılarak denk geldim. Camiler bir ibadethanedir. Cami, Allah'ın evidir ise her yer Allah'ın evidir. Beden ve kalp temiz olduktan sonra uygun bir yer bulup kıbleye dönüp her yerde ibadet yapılabilir. Eğer tüm dünyayı cami ile doldurmamız gerekseydi iki cihanın peygamberi buna önderlik eder ve tavsiye ederdi. Gösterişli camiler, şehrin ortasında büyük yer kaplayan taş yığınları. Fakat dondurucu kış günlerinde sokakta üşüyerek uyuyan evsiz insanlar. Üzerinde yırtık tek bir parça giysi ile yılı deviren göçmen çocukları. Cami yapımına harcanan milyon liralar fakat sokakta doğan çocuğun karnını doyuracak hiç paranın olmaması. Kabe'nin etrafında yükselen lüks bina ve oteller. Her yıl Allah uğruna kurban edilen, telef olan milyarlarca hayvana rağmen Yemen'de açlıktan ölen çocuklar.
Kitapta ayrıca, Elmalılı Hamdi Yazır ve Mehmet Akif Ersoy başta olmak üzere yol arkadaşlarının kısaca hayat hikayelerine ve bıraktıkları eserlere değinilmiş.

Atatürk ahkamın zamanla değişeceğini ve dinin siyasete karıştırılmakla çığırından çıktığını, bir takım hurafeler boğulduğunu görerek laiklik kararı almıştı.

Atatürk bir defasında hafızları toplayarak, imtihan yapmak istemiş. Nisa Suresinin 27. ayetini yanlış tefsir ile okutarak yorumlarda bulunmuş. Okuyan hafız, ayetin tefsirine itiraz ederek doğrusunun bu olmadığını ifade etmiş. Zaten doğu olmadığını araştırıp bulan Atatürk hafızı denemek istemiş.
Bu da Sadettin Kaynak'ın anlattığı bir anekdot olarak kitapta yer verilmiş.

Bu konuyu bu kitap ile okumaya başladım. Yanlış/eksik ifadeler olsa da beni araştırmaya sevk etti. Burada da paylaşmak istedim.

17 Nisan 2020 Cuma

Bi ' Kitap | İnsan Nedir? Mark Twain

Mark Twain'i bu deneme sayesinde tanıdım. Ne muhteşem bir yazarmış. Genç bir adam ile yaşlı bir adam arasında geçen diyalogları konu alıyor. Genç adam insanların, erdemli ve olgun olduğunu iddia ederken yaşlı adam ise insanları bir makineye benzetiyor. Yani tam anlamıyla bir makine. Mesela bir ekmek yapma makinesi düşünelim. Eğer gerekli malzemeyi içine ilave etmezsek ortaya ekmek falan çıkmaz. İnsanlar da böyledir, dışarıdan herhangi bir girdi alamazsa, etki olmazsa sonuç alınamaz. Mesela bizler iyiliğin içimizden geldiğini savunur ve karşımızdakinin iyiliği için bir şeyler yapabileceğimizi düşünürüz.
Bir gün işten çıktınız, eve dönüş yolunda ağlayan birini gördünüz. İki seçeneğiniz var görmezden gelmek ve geçip gitmek. Bir diğeri ise ağlamasının sebebini sormak ve onun için bir şeyler yapmak. Eğer işletim sistemimiz geçip gittiğimizde bozulmuyorsa bunu tercih ederiz. Yalnız geçip gittiğimizde vicdanımızın rahatsız olacağını biliyorsak dönüp ilgilenmeyi tercih ederiz. İki seçenekte de kendimizi tatmin etme, kendi iyiliğimize hareket etme vardır.
Kitap benim için çok farklı bir bakış açısı oldu. Mutlaka okunmalı diye düşünüyorum. Hatta ikinci kez okumayı çok isterim elimdeki diğer kitapları bitirip, fırsatım olduğunda.

4 Nisan 2020 Cumartesi

Bir Film; The Platform


Filmin geçtiği tüm sahne işte bu fotoğraf karesi. Etiketlendiği gibi korku ve gerilim yaratan bir film değil aslında. Ama tabii yetişkinlerin izlemesi daha doğru olur. 
Film başından itibaren gizemli bir havaya sahip. Aklımı hala kurcalayan çözmeye çalıştığım imgeler var. Mesajı doğrudan veren bir film değil onu belirtmeliyim. 
Filmimizin ana kahramanı Goreng, çukura girerken bıçak, kılıç getiren diğerlerinin aksine yanında kitap getirmiştir. Bu çukurda bir platform sistemi var. 

Platform sisteminde yukarıdan aşağıya servis edilen yemek masası, bölümün sonlarına doğru 333 katlı olduğunu öğrendiğim -ve bu totalde 666 nüfus demek- bu platforma asla yeterli değil. Oysa ki çukura girmeden önce sanki herkes ikramlardan faydalanabilecekmiş gibi her kişinin ayrı ayrı hangi gıdalara intoleransı olduğu bile sorgulanıp sevdiği yemekler not ediliyor. Yemek en üstten servise başlatıldığı için en üst kattakiler tıka basa yerken bir sonraki kata onların artıkları bir sonraki alt kata belli bir kademeden sonra ise sadece cam tabaklar kalıyor. Bu açlık (en alta doğru indikçe yaşanan açlık), günlerce sürdüğü için insanlar dayanamayıp oda arkadaşlarını öldürüp yiyorlar. Sistemin işleyişinin bu olduğunu bildikleri için gaz verilen gecenin sabahı kendini alt katlarda bulanlar yani işte o camdan süslü tabakların payına düştüğünü anlayanlar intihar ediyorlar. 
Benim burada kaçırdığım bir detay var, belirli süre sonunda değiştirilen seviye neye göre karar veriliyor. Yani bir ay sonra kimin üste çıkıp kimin aşağı seviyelere ineceğine kim, neye göre karar veriyor? Yiyecek sehpası bir sonraki kata indiğinde geride kalan bir tane elmayı alıkoyduğunu fark edip cezalandıran sistem, insanların birbirini öldürdüğünü bilmiyor mu? 
Goreng ve arkadaşı Baharat en alt kattakilere dahi yiyeceği ulaştırmaya çalışıyorlar. Tüm katlarda birçok ırktan insan olduğunu görüyoruz. Goreng'e kendini Mesih mi sanıyorsun? gibi cümleler kuranlar oluyor. 
En alt kata indiklerinde ellerinde sadece kremalı puding kalıyor. Onu mesaj olarak en yukarıya iletmek istiyorlar. Fakat en alt katta karşılarına bir çocuk çıkıyor. 16 yaş altının kesinlikle giremeyeceği kuralı olan  bu çukurda, kuralların çiğnendiği anlaşılıyor. İşte bu, Goreng'in filmin başından beri bulmak istediği fakat bir ara varlığından şüphe ettiği o küçük çocuk. Artık en yukarıya iletilmesi gereken mesaj bir kase puding değil, küçük bir çocuk. 
Filmde ara ara lüks bir restorana ait olduğunu düşündüğüm mutfak sahneleri gösteriliyor. Acaba bu mutfak, platformda servis edilecek olan yemeklerin hazırlandığı mutfak mı? Şef, öyle titiz ve sert ki ayrıca mükemmeliyetçi. Platformda bir alt kata inene kadar insanların o yemeklerin üzerine tükürdüğünü ve işediğini görseydi neler hissederdi merak ediyorum. 

"Saygın, önemli bir adam ve zengin bir liberal eğer ahlaki değerleri yoksa kötülüğe örnek olur. Cömert olmayan zengin bir adam zengin bir dilenciden başkası değildir. Zenginliğin sahibi eğer elindekilerle mutlu olamazsa servetini kullanmayı bilmiyor demektir." 

Filmin sonunda kitaptan okunan bu bölüm, sisteme karşı bir eleştiri olduğunu düşünmemi sağladı. Yani kimi görüşlere göre Tanrı'ya eleştiri. Fakat ben filmin, sistemi eleştirdiğini düşünüyorum. Yaratıcının sisteminde nimet, üstten alta doğru inmez. Kakao üretim aşamalarında çalışan fakat hiç çikolata yememiş çocuklar yaratıcının eseri midir? Yaratıcı, insanlara nefsin varlığından ve onu nasıl tanıyıp nasıl eğiteceğinden haberdar olması için peygamberler göndermiştir. (en azından biz böyle inanıyoruz.) En üst kattakiler nefsine sahip olup doyacağı kadar sadece ihtiyacı olduğu miktarda yeseydi, yine de alt kattakiler aç kalır ve beraber yaşadığı oda arkadaşını yemeye yeltenir miydi? Bir sahnede Goreng'in, yedikleri yemeğin miktarına dikkat etmezlerse üzerine dışkılayacağını söylemesi, alt kattakilere cezalandırma uyarısı, korkutma mesajı olarak yorumlanabilir diye düşünüyorum. 

Son olarak iktisatta çokça bahsedilen bir konuya, varsayıma değinmek istiyorum. 
Kaynaklar kıt ve ihtiyaçlar sonsuz mudur? Bu filmin de yansıttığını düşündüğüm; belki de ihtiyaçlar değil istekler midir sınırsız olan? 
Aslında hiçbir ünlü şarkıcının bir oda dolusu ayakkabıya ihtiyacı olmayabilir. Fakat onun nefsi, dışarıda bir yerlerde çıplak ayakla yaşamına devam etmek zorunda olan çocuklara rağmen doymuyordur. 

2 Şubat 2020 Pazar

Hafta sonu makyajı ♡

Çok uzun zamandır makyaj yapmıyorum ve cildimi dinlendiriyorum. Bazı günler de malzemelerime bakıp şöyle diyorum, ne kadar güzelsiniz birlikte bir şeyler yapalım mı? :))Bugün de makyajımda görselde sergilediğim ürünleri kullandım. 
  • Kiko aydınlatıcı serum ile cildimi hazırladım. Kiko glowing face serum, hem cilt bakım ürünü hem de makyaj bazı olarak kullanılabilen içinde vitaminli topçuklar olan bir ürün. Bir damla ürün aldığınızda o vitaminli parçacıklar da fırçaya geliyor oldukça güzel bir his. Ardından mac'in pro longwear fondöteni ile guerlain baby glow ince yapılı fondötenini karıştırıp kullandım. Bence mac pro longwear fondöten her ne kadar sitesinde tüm cilt tiplerinin kullanabileceği yazsa da karma/yağlı ciltlere uygun bir ürün. Yağsız. Kapatıcılığı oldukça yoğun, pudramsı bir bitişi var. Renk kodu nc25 bana bir tık koyu geldi absürt bir şekilde koyu durmadı ama allıkla beraber cilt tonumu çok sıcak gösterdi. Mimik çizgilerimde ve burnumun kenarlarında kuruma yaptı. Sanırım kuruya dönük ciltlerin uygulamadan önce cildine yağ içeren bir baz veya yüz bakım yağı kullanması daha uygun olacak. 
  • Uzun zamandır kremsi allıkları merak ediyordum. Toz formdansa krem allıkların daha iyi performans sağlayacağını tahmin ediyordum. Başlangıç olarak hem uygun fiyatlı hem de güvenilir olması nedeniyle İtalyan markası olan kiko velvet touch kremsi stik allık 6 numara kullanmaya karar verdim. Renk olarak çok memnun kaldım, yapısı ve kalıcılığı da çok güzel. Her zamanki gibi aydınlatıcı olarak nyx duochreme toz aydınlatıcısını kullandım. Sıvı aydınlatıcısını da kullanmıştım ama bence duochreme aydınlatıcı çok daha başarılı. 

  • Göz makyajım için urban decay naked 2 far paletinden ydk+busted+blackout renklerini kullandım. Bu paletten çok memnunum, hem renkleri hem yapısı hem tozutmaması açısından. Çerçevelemek için asansörlü göz kalemi kullandım, markası silinmiş. Asansörlü göz kalemleri gözümde hassasiyet yapmaz ve uzun süre akma da yapmaz. Maskara olarak Lancome grandiose maskarayı kullandım. Hem tasarımı hem de yapısıyla favorim bu rimel. Birbirine yapıştırmadan tek tek ayırarak uzun hacimli siyah bir görünüm sağlıyor gerçekten. Görselde eklemeyi unutmuşum, genelde kapatıcı kullanmam ama bu makyajımda göz altlarım için maybelline eraser kapatıcıyı kullandım. Çok memnunum.  
  • Ruj olarak Mac cremesheen modesty rengini kullandım. Bu ruja bayılıyorum. Muhteşem bir yapısı var ve rengi de bence diğer markalarda muadili olmayan güzel bir renk. Oldukça başarılı.
  • Ve son olarak makyajımı güzelce hiç kalıntı bırakmadan fakat aynı zamanda cildime hasar vermeden temizlemek için temizleme yağı kullanmayı tercih ediyorum. Bu görselde kullandığım temizleme yağlarını göreceksiniz. Pamukla, mişel temizleme sularıyla makyajımı arındırırken genelde cildim tahriş oluyor veya kirpiklerim dökülüyor. Buna son vermek için temizleme yağları denemeye başladım ve çok memnun kaldım. En sevdiklerim ve istikrarlı olarak kullandıklarım yves rocher papatya özlü temizleme yağı, shiseido temizleme yağı ve clinique take the day off temizleme balmı oldu. 

30 Ocak 2020 Perşembe

"Şahane Hayat" filmi ve bi' kitap "Allah De Ötesini Bırak"

Bu tür kitaplar son derece yozlaşma içinde olduğundan, tam olarak araştırılmadan, normatif verilere dayanmadan çoğunlukla kendince yorumlamalar veya sadece bir gruba göre doğru olanın ifade edildiği için okumaya çekindiğim kitaplar. Zaman zaman araştırarak ön inceleme yaparak kitaplar seçip okuyorum ve Uğur Koşar'ın Allah de ötesini bırak kitabı da bunlardan biri oldu. Kitabın genel olarak bir motivasyon kitabı olduğunu düşünmekteyim. Daha ilk sayfalarında toplumun bizlere aktardığı "korku" duygusu hakkında görüşlerini "Toplum sana Allah'tan korkmanı söyler, oysa korkunun olduğu yerde sevgi asla yoktur." cümlesiyle ifade etmesi kitabın beni kendine çekmesini sağladı. Kitap; birçok sayfada tefekkürden bahsediyor. Ve aktarmaya çalıştığı görüşlerini Hz. Muhammed ve Hz. Musa, Hz. Ali'nin sözleri ile içinde bulundukları toplumla etkileşimlerinden doğan deneyimleriyle destekliyor. Çok önemli bir kısmı kadın ve kadına verilmesi gereken değer ile detaylandırarak farkını ortaya koyuyor. Yazar, kitapta sık sık nasıl dua edilmesi gerektiğini anlatarak Allah'ın isimlerini nasıl kullanabileceğimiz konusuna da ışık tutuyor. Meleklere imanı vurgulayarak, son zamanlarda çarpıtılan ve meleklere yüklenilen yaratıcı vasıfları konusunda olan yanlış inançları da bu kitapta dillendiriyor. Zihnimizi tanımamız gerektiğini, zihnimizi tanımazsak bize nasıl oyunlar oynadığını fark edemeyeceğimizi en önemlisi, nasıl tanıyacağımızı aktarmaya çalışarak bu konuda ufak ipuçları da veriyor. 
Yine önemli gördüğüm kendini değersiz hissetme,kendine önem verme konularına da değiniyor. Bu konuda bir video da izlemiştim geçtiğimiz haftalarda. Youtube'da Güçlü Psikoloji kanalından bildirim gelmişti. Video'nun başlığı Yaşamak artık anlamsız diyorsan ve dibi görmüşsen lütfen bu videoyu izle! 
Bu videoda "It is a wonderful life" filminden bahsediliyordu. Filmin ana kahramanı George Bailey, hayata devam etmenin anlamsız olduğunu hatta kendisi olmasaydı hatta hiç doğmasaydı eşinin ve çocuklarının daha mutlu yaşayacaklarına inanmıştı. Hayatına son vermek istiyordu. Tanrı, George için bir melek görevlendirdi film başlarken meleğin görevlendirilme konuşmaları geçiyor ve beni çok güldürdü bir o kadar da etkilendim. Meleğe George'tan bahsedilirken Tanrının en önemli hediyesini atmak üzere olduğunu söylediklerinde o da hemen yaşamını! diye cevaplıyor. Gerçekten oldukça etkileyici. Film süresince melek George'un hayat hikayesini izliyor ve ardından intihar edecekken denize kendini atıp yardım isteme sahnesi var, ya çok gülüyorum ben oraya 😂 Bu da tanışma sahneleri. Melek, yaşlı bir adam görünümünde. George'un onu alıp bara götürdüğünde etrafa gülümsemeleri vs. bu adam role biçilmiş kaftan!
Melek, George'a eğer o doğmasaydı yaşamın, dünyanın nasıl olacağını gösteriyor. Eğer George olmasaydı küçük kardeşi Harry'i 9 yaşında düştüğü suyun içinden kimse kurtarmayacak ve Harry ölecekti. Eğer olmasaydı arkadaşları çok daha farklı yerlerde olacaktı. Karısı hiç evlenmemiş olarak yaşlanacaktı ve çocukları zaten olmayacaktı. Eski patronu yanlışlıkla bir çocuğu zehirleyecekti ve bu sebeple yıllarca hapis yatacaktı.
Filmin sonunda oldukça duygulandım. Mutlaka izlenmesi gereken, keyifli bir film. 1946 yapımı olması ayrı hoş :) 

Eğer dibi gördüğünüzü hissediyorsanız, yok olmak istiyorsanız, bensiz hayat nasıl olurdu ki, hiç değerim yok diyorsanız, bu film size iyi gelebilir benden söylemesi... 

26 Ocak 2020 Pazar

Aile Olmak "Moritanya" Belgeseli

Dünya gezegeni evrende küçük bir noktadan ibaret. Ancak diğer gezegenlerden bir farkı var. Dünya cennetten kovulan Hz. Ademle Hz. Havva'nın misafirhanesi. İlk misafirlerin çocukları tüm yeryüzüne yayıldı. Betondan evler ve devasa şehirler inşa ettiler.
Bu misafirhanenin her bir köşesinde hala birbirinden farklı hayatlar yaşanıyor. Yaşam, ilk günden beri sürekli değişiyor.
Hümeyme'nin bir evi yok, akrabalarının verdiği bu barakada yaşıyor. 4 çocuğuna ve felçli kayınpederine bakmak zorunda. Çünkü kocası uzun süredir hasta. Tedavi olmak için gittiği şehirden aylardır dönmedi. Moritanya'da 20 hastane var. İnsanlar tedavi olmak için yaşadığı yerden uzaklaşmak zorunda.Ve hayatında hiç şehir görmemiş yüz binlerce insan var.

Hümeyme ailesinin geçimini sağlamak için dikiş nakış yapıyor. Fakat çoğu zaman malzeme alamıyor. Bu yüzden her gün köyün nispeten daha varlıklı ailelerine temizliğe gidiyor.

Yıllardır bu işi yapmasına rağmen oğlu Hafız'ın istediği çantayı alamayan Hümeyme sadece evlere giderek temizlik yapmıyor. Köylülerden topladığı çamaşırları da yıkıyor.
Çamaşır makinesi, elektriğin ayda birkaç defa geldiği bu çöl için elbette uygun değil.
Hümeyme dikiş nakış için gerekli malzemeyi toparlayıp oğlunun istediği çantayı alabilmek için para biriktiriyor.
Hümeyme'nin oğlu Hafız'ın büyük hayalleri var; bir çantaya sahip olmak. Ders bitip herkes dağıldığında Hafız, öğretmene ödeyecek parası olmadığı için medresenin işlerini yapmak zorunda. Bazen öğretmeni için su taşıyor, bazen de temizlik yapıyor.

Video'da bir tüccar deve eşliğinde gelerek Hümeyme'den en sevdiği elbiseyi satmak için alıyor. Satıp parayı geri getirdiğinde Hümeyme, tüccarın yapacak olduğu ödemeye ekleme yaparak ona bir sipariş listesi veriyor. Ne zaman gelirsin? diye sorduğunda inşallah diyor tüccar, 1-2 aya gelirim. İnşallah diyor, fazla uzamaz. İki tarafın arasında geçen diyaloğun seyri ve gösterdikleri sabır beni oldukça etkiledi. Bu arada kıt yiyecek ürünleri arasında keçilerine karton ve su ile hazırladıkları yem de beni oldukça düşündürdü. Bu belgesel bana çok şey kattı. İzlemek isteyenler için link bırakmak istiyorum.
https://www.youtube.com/watch?v=7KmwqT4N1t4&list=WL&index=130

14 Ocak 2020 Salı

Chernobyl Mini Series/Çernobil Mini Dizi

 26 Nisan 1986 da Ukrayna Pripyatta bulunan, yirminci yüzyılın en büyük nükleer santral kazasını konu alan her biri bir saat olmak üzere toplam beş bölümlük bir dizi. Diziyi izlemeden önce ilkokulda bir ders için verilen ödevde bolca araştırma yaptığımı hatırlıyorum Çernobil hakkında. Tabi çoğunlukla unutmuşum. İzlemeden önce ufak araştırmalar yaptım, konuyu üstünkörü taradım. Fakat dizi, araştırmalarımdan bambaşka bir bakış açısına sahip. Facia esnasında bölgede görevli olan bilim insanı Valery Legasov'un ses kayıtları kaynak alınarak olayın arka sahnesi anlatılıyor.

Bir HBO dizisi olan Chernobyl'in ilk bölümü Legasov'un bir ses kaydından kesit ve son ses kaydını gerçekleştirip tüm ses kayıtlarını saklaması, ardından bir sigara içip kedisini besledikten sonra intihar etmesi ile başlıyor. Daha sonra iki yıl öncesine giderek Lyudmilla'nın bulantıları ardından patlamanın gerçekleşmesi ve patlamanın Lyudmilla'nın evinden nasıl hissedildiği detayı ile devam ediyor. Buradan sonra Legasov'un başlangıç konuşmasında bahsettiği Dyatlov ile tanışıyoruz. Çekirdek yok, patladı deniyor. Dyatlov bunu yalanlayarak reaktöre su verilmesini emrediyor. Sanırım patlama olasılığı olmadığını düşünüyorlar o zaman için. İlk bölümde hem mühendisler hem de itfaiye çalışanları ağızlarına metal tadı geldiğinden bahsediyor. 
Ulana Khomyuk, bunun radyoaktif iyot toplanması dolayısıyla bir çeşit hastalık (hatta tiroid kanseri) içinde olma durumundan kaynaklandığını söylüyordu. Tüm dizi boyunca gördüğümüz kusmalar da bunun bir sonucu. Bu arada Khomyuk, o dönem Legasov'a yardım için çalışan bilim insanlarını temsilen oluşturulmuş kurgu bir karakter. Bana kalırsa tüm bilim insanlarının tek vücutta birleştirilmesi ilginin dağılmasını önlemiş, konu bütünlüğünü sağlamış. İlk bölümde radyasyonun cildinde sebep olduğu kanamalardan ölmek üzere olan bir çalışanın, yanına gelen arkadaşından sadece sigara istemesi beni yaralamıştı. Ve "it's over" dedi. "Buraya kadarmış." Bir anlığına kendimi onun yerinde düşünmemi sağladı.
Legasov'un olaylara dahil olduğu zamana kadar konu hakkında hiçbir fikri olmayıp statüsü olduğu için konuşan, partinin durumunu öne koyan ve diğerlerini bu şekilde yönlendiren otorite konumundaki insanlardan tiksindim ve buradan ders çıkarılması gereken çok şey olduğunu gördüm. Bir bölümde Legasov olayın vahametini Gorbaçov'a üç işçiyi öldürmek için izin istiyoruz sözleriyle ifade etti. Ve bunu 400 maden işçisi, ardından robotla temizleme girişimi başarısız olduktan sonra çatıdaki grafitleri temizleme işi emredilen birçok insan takip etti. Yangına müdahale eden itfaiye çalışanları santralin çalışanları kadar kritik durumdaydı. Bunlardan bir tanesinin eşi olan Lyudmilla hamileydi önce eşini, doğum yaptıktan sonra ise kızını 4 saat içinde kaybetti. Olayın olduğu gece yangını köprüden izleyen insanların hepsi hastalığa yakalandı. Şehir boşaltıldı. Şehir boşaltıldıktan sonra hayvanlar katledildi. Bu sahnelerde yavruları olan köpeğin öldürülmesine ayrıca dokunulmuş ama benim için en başından beri tüm hayvanlar gözümde bir bebekti. 
Okuduğum yabancı bazı kaynaklara göre Dyatlov çernobilden yıllar önce radyasyona maruz kaldığı için oğlunu lösemiden kaybetmiş. Kendisi de on yıl sonra radyasyona bağlı organ yetmezliğinden hayatını kaybetmiş.
Dizide patlamadan bir gün önce terfi konuşmaları olan bir sahne gösteriliyor. Midem bulandı. Dyatlov, olay anında kendinden çok emin bir şekilde astlarına  emirler verirken onları aşağılarken mahkemede ben orada değildim tuvaletteydim dedi. Legasov mahkemede Viyana'da yaptığı açıklamanın yalan olduğunu söyleyerek patlamada devleti suçlayarak kendi sonunu hazırladı. Fakat devlet, ihmallerini ancak Legasov'un intiharından sonra ciddiye almış.
Sonuç olarak; patlama devletin ihmali, Dyatlov'un hırslı kişiliği ve bu karakteri dolayısıyla deneyimsiz+eğitimsiz personelin güvenlik testi üzerinde çalıştırması ile gerçekleşiyor. Kayıtlara geçen ölüm sayısının çok üzerinde sonuçları var ve SSCB'nin dağılmasında etkisinin büyük olduğu konuşuluyor. Diziyi çok beğendim ve mutlaka izlenmesi gerektiğini düşünüyorum.